MART-NİSAN 2018 / DİĞER

Tarımın agrostratejik değeri üzerine


Üzeyir TEKİN    

25.04.2018 

Tarımın agrostratejik değeri üzerine
Tarıma akademik dünyada her zaman özel bir önem atfedilmiştir. Bu eğilimin iki temel nedeni vardır. Birincisi, tarımın sadece herhangi bir sektör olmayışıdır. Tarım ülkelerin biyolojik, ekonomik, ekolojik, toplumsal ve siyasal varlıkları üzerinde derinlemesine etkisi olan bir alandır. İkinci neden ise tarımın kaderinin ekonominin bütününün kaderini daha doğrusu ulusal ekonomi politikasındaki değişimleri yansıtıyor olmasındandır. Bu, kısmen, tarımın devlet müdahalesi ya da müdahalesizliği bağlamında diğer sektörlere nazaran daha duyarlı olmasından ve kısmen de tarımın hep siyasetin içinde olmasından kaynaklanmıştır.

Tarım ekonomi biliminin çerçevelerine sıkıştırılmış bir sektör değildir. Tarım ülkelerdeki coğrafyanın imkânları dahilinde insanların gıda ihtiyacını karşılayan kadim bir üretim geleneğidir. Coğrafyanın imkânları günümüzde biyolojik çeşitlilik kavramı (ekosistem çeşitliliği, tür çeşitliliği ve genetik çeşitlilik) ile açıklanmaktadır. Ekosistem ekolojik birim olarak karşılıklı etkileşim içinde olan organizmalar topluluğu ile fiziksel çevrelerinin oluşturduğu bütündür. Ekosistemler kendisini topluluk düzeyinden ayıran, kendileri cansız olan fakat canlı topluluklarının oluşumunu, yapısını ve karşılıklı etkileşimlerini etkileyen yangın, iklim ve besin döngüsü gibi faktörleri de içerirler. Tür çeşitliliği belli bir bölgedeki, alandaki ya da tüm dünyadaki türlerin farklılığını ifade eder. Genetik çeşitlilik ise bir tür içindeki çeşitliliği ifade eder. Bu çeşitlilik belli bir tür, popülasyon, varyete, alt-tür ya da ırk içindeki genetik farklılıkla ölçülür. Genetik çeşitlilik halihazırda tamamen üretim çıktılarına dönüşmemekle birlikte, coğrafyanın potansiyel üretim zenginliği imkânlarını göstermektedir. Bütün bunlara sahip ülkeler için, endemik bitki ve hayvan türleri tarımsal alanda şimdi ve gelecekte çok kritik ve önemli unsurlarını oluşturur.

İkincil olarak, tarımsal üretimin ilk çağlardan bu yana toplumsal varoluş ve dolayısıyla siyasal mekanizmalar üzerinde belirleyici bir etkisi olmuştur. Antropoloji, sosyoloji, tarih ve siyaset bilimleri tarihi kalıntıları yorumlayarak insanla birlikte ortaya çıkan; ritüeller, inançlar, kurumlar ve bir bütün olarak toplumsal varoluşun gelişimine ilişkin bilgiler sunmaktadır. Sanayi devriminin ortaya çıktığı 19. yüzyıla kadar tarım ekonominin temelini oluşturmaktadır. Avrupa merkezli tarih okumasında tarımsal üretimin mülkiyet rejimini şekillendirdiği ve bu nedenle siyasal mekanizmaları tek üretim aracı olan toprağın maliklerinin diledikleri biçimde oluşturduklarını görüyoruz. Avrupa'da feodal dönem üretim biçimi olan klasik tarım mülkiyet sahibi aristokratlar ve senyörler eliyle hem devlet aygıtını kontrol etmeyi mümkün kılmış hem de toprağa bağlı köylüleri yani serfleri tahakküm altında tutmaya imkân sağlamıştır. Üretim ilişkilerinin sanayi devrimi ve sonrasında gelişip çeşitlenmesi sonucunda ekonominin belkemiği olan tarım bir üretim dalı, bir sanayi haline gelmiştir. Aristokrasi yıkılmış, serfler özgürleşmiş ve mülkiyet sahiplerinde hem nicelik hem de niteliksel olarak ciddi değişiklikler yaşanmıştır. Özgürleşen ancak maişetini tedarik edemeyen köylüler kentlere akın etmişlerdir. Sanayi ürünleri ile rekabet edemeyen lonca üyesi zanaatkârlar mesleklerini terk etmek zorunda kalmış ve fabrikalarda çalışmak sorunuyla baş başa kalmışlardır. İşte bu eski zanaatkâr ve köylülerin şehirlerde emeğini satarak hayatını sürdüren yeni sınıfa işçi sınıfı denilmiştir. Onların emeklerini satın alarak diğer üretim faktörleri ile birleştirip üretimi kontrol eden sınıfa ise sanayi burjuvazisi denilmektedir. 

Yukarıda kabaca ifade ettiğimiz bu Avrupa merkezli ekonomi politik okuma sadece Batı Avrupa'daki dönüşümü açıklamaktadır. Aynı tarihsel akış şeması ile bu ekonomi politik dönüşümün dünyanın diğer bölgelerinde aynı ve/veya paralel biçimde ortaya çıktığının açıklanması üç sebepten dolayı mümkün değildir. Birincil olarak, bu şemayı oluşturan felsefi yapının kendisi dışlayıcıdır. Materyalist veya İdealist felsefe en nihayetinde köklerini antik Yunan'a dayandırır. Roma ve Hristiyan uygarlıkları üzerinden sürdürdüğü geleneğini; Rönesans, Reform ve nihayetinde Aydınlanma ile taçlandırır. Batılı bu gelenekler zamansal ve mekânsal olarak dünyanın geri kalan kısmı ile kesişim imkânını yok saymış ve hala da yok saymaktadır. İkincil olarak, biyolojik çeşitliliğin sunduğu imkânlar çerçevesinde hâkim üretim tekniği ve teknolojisi dünyanın her yerinde aynı olmamıştır. Tarımsal üretimin ekonominin temelini oluşturduğu İlk ve Orta Çağlarda dünyanın maddi ve manevi zenginlik alanı Mezopotamya, Mısır ve Çin olmuştur. Akdeniz uygarlıkları bu zenginliklerin ticaretinde etkin bir rol oynamışlarsa da üretim imkânlarının taşınmasında herhangi bir etkileri olmamıştır. Aynı dönemlerde Avrupa karanlık dönemini yaşamaktadır. Haçlı seferleri sonrasında dahi –ki bu seferleri kutsal bir kılıfa büründürmüş olmalarına rağmen esas niyetlerinin Doğu’nun zenginliklerini yağmalamak ve Doğu’yu istila etmek olduğu aşikârdır. Avrupa ne üretimin teknik imkânları ne de toplumsal yapıları ve rejimler bağlamında değişime uğramıştır. Üçüncül olarak, üretim imkânlarının farklılığına paralel vaziyette farklı bölgelerde toplumsal ve siyasal kurumlar farklı şekillenmiştir. Örneğin mülkiyet rejimi Roma, Bizans ve Osmanlı İmparatorluklarında Avrupa monarşilerine nazaran farklı şekillenmiştir. Batı'nın kendine versus olarak kurduğu Osmanlı toplumunda aristokrat ve senyör sınıfı olmamıştır, serflik hiçbir zaman görülmemiştir ve dolayısıyla bu iki sınıfa dayalı hiçbir kurum ortaya çıkmamış ve toplumsal ilişkileri şekillendirmemiştir.

Tarıma özel bir önem atfedilmesinin üçüncü nedeni ulusal ekonomi politikasındaki değişimleri yansıtıyor olmasındandır. Ulusal ekonomilerde takip edilen ekonomi politikalarına en duyarlı sektör tarımdır. Hükümet müdahaleleri, teşvikler ve destekler ile üretim ve ticaret kotalarındaki değişikliklere bağışıklığı ise oldukça düşüktür. Tarıma atfedilen özel öneme ilişkin yukarıda yürüttüğümüz tartışmadan da açıkça anlaşılacağı üzere tarım üzerine yapılacak açıklamalar pek çok bilim ve disiplini bir arada çalışmaya zorlamaktadır. Ekonominin kapitalist prensipler doğrultusunda değişip dönüşmesi, tarihsel olarak tarımın ördüğü toplumsal ilişkiler ağının ortadan kalkması ve doğrudan yeni sosyal formasyonların ortaya çıkışı ile sonuçlanmaktadır. Özellikle gelişmekte olan ülkeler için bu dönüşümün bütüncül bir yaklaşımla ele alınması gerekliliğinin yanında bu dönüşüm sürecini izleyen ve yönlendiren ciddi bir siyasal iradenin varlığı zorunluluğu bulunmaktadır. Çünkü tarım bir ülkenin kaderinin  şekillendiği kriz zamanlarında varlığını gösteren en önemli stratejik değerdir.

Haber Görseli

Kriz zamanlarında ve yokluğunda değeri anlaşılan sektör…

İnsanlığın değişmeyen üç temel ihtiyacı vardır: 1-Beslenme, 2-Barınma, 3-Giyinme… Tarım sektörü hem ülke nüfusunun hem de ihracat vasıtasıyla insanlığın beslenme ihtiyacını karşılayan en stratejik sektörlerden birisidir. Bu kapsamda tarımın stratejik değeri elbette kriz zamanlarında billurlaşmakta ve hissedilir hale gelmektedir. Örneğin savaş dönemleri bu billurlaşmanın en açıklayıcı örnekleridir. Birinci Dünya Savaşı sırasında İngiltere tüm tarımsal üretimi denetleyen bir yapı oluşturmuştur. Makina kullanımındançiftçilerin yaşadığı bölgelerin değişimine kadar pek çok faktörü hükümet kontrolüne almıştır. Savaş döneminde beslenme büyük önem arz etmektedir. İkinci Dünya Savaşı'na girmememize rağmen, nüfusumuz gıdasızlık tehdidi ile karşı karşıya kalmıştır. 

Son on beş yıldır, ülkemizin tarım stratejisi kapsamında, tarımsal üretimin gelişim, sürdürülebilirliğine yönelik ve biyolojik çeşitliliğin korunmasına ilişkin kapsamlı politikalar uygulanmaktadır. Bugün tarımsal hasıla alanında Türkiye, Avrupa ülkeleri arasında birinci ve dünya ülkeleri içinde de ilk 7’nin içinde yer almaktadır. Yine Türkiye, kendi tohumunu üreten ve ihraç eden bir ülke konumuna gelmiştir. Sertifikalı tohum ve fide/fidan kullanımı ile tohum üretimi ilk kez son on beş yıldır destek kapsamına alınmıştır. Dünyanın üçüncü büyük Tohum-Gen Bankası ülkemizde bu dönemde açılmıştır. Yine dünyanın en büyük Geofit Bahçesi Yalova şehrimizdedir. Bunun yanında ülkemizin sahip olduğu biyoçeşitliliğin korunması alanında çok önemli bir uygulama olarak “Milli Botanik Park” inşasına başlanılmıştır. Ülkemizde endemik bitki türlerin araştırılması ve kayıt altına alınması, tarım sektörü ve bağlı endüstrilerde kullanılabilmesi için destek politikalarımız çeşitli uygulamalarla son hızla devam etmektedir. Bugün ülkemizin sahip olduğu “coğrafi konum” ve “jeostratejik konum”unun yanında “agrostratejik değer” olarak tanımladığımız üçüncü bir stratejik konumunun da olduğunu hatırlatmak isteriz. 

Agrostratejik değer ya da konum olarak bilimsel literatüre önerdiğimiz bu kavramla neyi kast ettiğimize açıklık getirmekte yarar var. Bir sonraki makalemizde bu konuya daha ayrıntılı değinmeyi öngörmekteyiz.