EYLÜL-EKİM 2020 / YAPRAK
Gıda savurganlığı ve ötesi
Gıda savurganlığı konusunda çok yazıldı, söylendi ama somut bir ilerleme sağlanamadıkça daha da yazılıp konuşulacağı açık. Gerçekten bu sorun kadar yakıcı çok az başlık vardır. Çözüm yolunda başlıca engel ise “ön yargı”lar gibi gözüküyor. Gelin de “atomu parçalamaktan bile zordur” diyen Einstein’a hak vermeyin. Ne mi demek istiyoruz? İnsanın açlık-tokluk, yaşamak-yaşayamamak koşullarıyla ilgili söz konusu savurganlığın sanayileşmiş ülkelerde yoğun olmayacağını düşünenler fena halde yanılırlar.
Bu ülkelerde sistematik yaşandığı, boşa harcanmadığı, etkinliğe önem verildiği, geri dönüştürüldüğü sanılır. Bazı alanlarda doğru olan bu yaklaşım birçok alanda da yanıltıcıdır. Ne ilginç ki gıda savurganlığı endüstri ülkelerinde devasa boyutlardadır. Bunun altında deyim yerindeyse, pastanın büyüklüğünün, atılan değerlerin önemsenmediğinin yattığı söylenebilir. Nedeni ne olursa olsun, sonucun çarpıklığını, yanlışlığını değiştirmiyor.
Dört kişilik bir Amerikalı ailenin gıda savurganlık miktarı yılda yarım ton yiyecek demek. Sanayileşmiş ülkeler toplamı olarak, FAO’ya göre yılda yaklaşık 670 milyon ton gıda çöpe atılıyor. Bu endüstrileşmiş toplumlarda savurganlığın gerekçeleri ise çelişkili ve acı: Gerektiği biçimde, standartta olmamak, paketleme, sunum hataları… Havadan sudan nedenler. Dünyada düşünecek olursak, tüm gıda üretiminin üçte biri tarladan sofraya gelinceye kadar yok oluyor, hatta “düzenli” biçimde çöpe gidiyor! Kötü gidişte yalnızca endüstrileşmiş ülkelerin rolü bulunduğu sanılmasın. Örneğin Afrika’da tahılın yüzde 10 ile 20 arasındaki önemli bir bölümü, gerekli tesisler ve teknolojik koruma koşulları sağlanamadığından çürüyor, bozuluyor, tüketilebilecek durumdan çıkıyor. Süt ve benzeri ürünler yine aynı sona uğruyor… Ayrıca gelişmekte olan ülkeler için de geçerli bulunan belirtilen sorunlara, eğitim eksikliğinin etkileri de eklenmelidir (Robert Clark, “Savurganlığın Ağır Bedeli”, National Geographic, Ekim 2014). Sorunun ağır uzantısı, açlık boyutu daha sarsıcı. Bir yanda devasa savurganlık gerçeği, öbür yanda dünyada bir milyar insanın açlıkla boğuşması! Çağın en büyük utancı bu olsa gerek. Yetersiz beslenmeden, hastalıktan da öte “açlık!”.
En basit hesaplama bile dünyada üretilen gıda miktarı toplamının, dünya nüfusuna yeterli bulunduğunu ortaya koyar. Üretim aşamasının kâğıt üzerindeki dağılımında sorun gözükmese de çözümsüzlük, tam da kâğıt üzerinde olmasındadır. Gerçeklikte ise paylaşılamıyor. Küreselleşmenin olumlu etki yönünde işleyebildiği pek söylenemez. Sanayileşmiş ülkeler bir zamanlar, özellikle az gelişmiş ülkeler için salık verdikleri “karşılaştırmalı üstünlükler” ekonomik kuramını bile geçersiz duruma getirdiler. Oysa bu kurama göre ülkeler, üretiminde, pazarlanmasında uzmanlaştıkları ürünleri üretecekler ve dış satımını yapacaklardı. Ne yazık ki dediğimiz gibi, endüstrileşmiş, yapay zekâyla üretim aşamasına geçmiş ülkeler tarım tekeli konumlarını da korumaktalar. Hatta, işi, olası bir küresel (çevre felaketi, iklim değişimi, savaş…) yıkım yaşanması halinde, sonrası için yeryüzünün tüm tohumlarını toplayıp koruma altına almaya kadar vardırmaktalar. Yine tohum başta olmak üzere gıda alanı hiçbir zaman bu kadar ticaret, alışveriş, egemenlik (hegemonya), giderek tehdit konusu olmamıştı. Söz konusu egemenlik ilişkilerinden ise olumlu bir sonuç çıkması olanaksızdır. Başka ülkeleri de korumacı uygulama ve tarımsal-mali politikalara zorlayan koşullar dünya gıda üretiminin etkin, verimli, savurganlıktan uzak, eşitlikçi, adil bölüşümünü engellemektedir.
GIDA ÜRETİMİ VE DÜNYA BARIŞI
1 Eylüller Dünya Barış Günü başlığıyla anılır. Bu tarih İkinci Dünya Savaşı’nın başlama tarihidir. Bu yüzden anma günü diyebiliyorum… Savaşların sıcak yanını bir an için kenara bıraksak bile (ki gerçekte olanaksızdır) bebek ölümleri, çocukların çalıştırılması, yetersiz beslenme, hastalık nedenli kitlesel ölüm, açlık, gıda güvencesinden-güvenliğinden yoksunluk, bu bağlamda sağlıksızlık ve eğitimsizlik… bir diğer savaş durumu değil midir? Belirtilen ağır sonuçların, toplumların ne “tembellikleriyle,” ne de yeteneksizlikleriyle ilgisi vardır. Sorun, İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nde yer alan temel hakların, özellikle ekonomik saldırılarla kâğıt üzerinde bırakılmasıdır; eşitsiz gelişimin kural haline getirilmesidir.
En basit bir düşün çabası bile kâr hırsı dinmeyen, anamalcı dünya merkezleri tarafından gıdadan yoksun, aç, açık bırakılmış, besin değeri düşürülmüş gıdalara mahkûm edilmiş, zorunlu bırakılmış insanlıkla “barış” sağlanamayacağının anlaşılmasına yeter. Açlık insanın başına, beynine vurur! Açlıktan gözü kararır. Gıdayla, yeryüzü barışı, mutluluğu arasındaki ilişki çok belirgindir. Ulusların kültürleri bu yoğun ilişki üzerine atasözleriyle, özdeyişlerle doludur. Burada yinelemeye gerek var mı? Aç, elini kora, kızgın kömüre sokar. Aç kurt, aslana saldırır. Aça dokuz yorgan örtmüşler yine de uyuyamamış…
Yeniden gıda savurganlığı sorununa dönersek, her bireyin, her lokmada, her yudum suda insanlığa, özellikle de gıdadan, gelirden yoksun insanlığa sorumluluğunu düşünmesi, anımsaması, bu duyarlıkla yaşaması gerekir. Artık hiçbir kişinin, kurumun, yapının, toplumun davranış biçiminde savurganlığın yeri olmamalıdır. Gündemden çıkarmak için gerekenler, uluslararası düzlemde ivedilikle yapılmalıdır. Yoksa ne uygarlıktan, ne sanattan, felsefeden, gelişmişlikten, ilerlemeden söz etmenin bir anlamı kalacaktır.