İki küçük risale var, ikisinin de adı Mehmet Âkif. Birini Nurettin Topçu yazdı, diğerini Sezai Karakoç. Biri son devrin en büyük filozofu Topçu, diğeri modern şiirimizin Dirilişçisi…
Âkif’i onlardan okudum ve onlarla sevdim. Sonra mesleği, şiiri, felsefesi, ahlâkı ile birlikte bir bürokrata örnek olacak davranışı ile de Millî Şairimiz gençliğimizde ve bütün meslek yaşantımızda rehber oldu. Aktüel konuları ve mazmunları da işleyerek aruzu yaşatabileceğimiz fikrini ondan aldım. Haksızlık karşısında istifa edebilme meslekî ahlakını da… Malum Âkif, müdür yardımcısı olduğu kurumun müdürü haksız yere görevden alınınca istifa etmiştir. Oysa o göreve kendisinin getirilmesi ihtimali pek yüksekti. Bu tavır, bugünkü bürokrasimize örnek olsa ne güzel olurdu.
Okuduğumuz Ziraat Fakültesi bir zamanlar Yüksek Ziraat Enstitüsünün devamıdır. O da Halkalı Ziraat Mektebinin elbette. Her yıl kutladığımız Zirai Öğrenimin Yıldönümü Halkalı’nın kuruluşuna dayanır.
Tarımsal eğitim tarihimizin Osmanlı modernleşmesi döneminde en önemli kurumsal yapısı Halkalı Mektebidir. O hem eğitim kurumudur hem de ziraî teşkilatların alt yapısıdır. İstanbul Halkalı Ziraat Mekteb-i Âlisi 1891’de açılmış ve 1928 yılına kadar faaliyetini sürdürmüştür. Her ne kadar 1846’da kısa bir süre faaliyet gösteren bir Ziraat Mektebi açılmışsa da iki üç sene sonra kapanmıştı. Buna mukabil yüksek okul seviyesinde öğrenci yetiştiren Halkalı’daki mektep; ormancılık, ziraat ve veterinerlik sahalarında faydalı bir kuruluş olarak çalışmıştır. Osmanlı İmparatorluğunda modern veterinerlik okulu, mezunları ordu kademelerinde çalışmak kaydıyla, Askeri Okullar çerçevesinde olmak üzere 1842’de açıldı. Vilayetlerin veteriner ihtiyacını karşılamak için düşünülen Sivil Baytar Mektebi ise önce Ahırkapı’daki Mülkiye Tıbbiyesinde açılmıştı. Akif buraya iki yıl devam etti, sonra mektep Halkalı’ya taşındı ve “Halkalı Ziraat ve Baytar Mektebi” adını aldı (Ayrıntı için bk., N, Erk, F, Dinçer, Türkiye’de Veteriner Hekimlik ve Öğretim Tarihi, Ankara 1970). Mehmet Âkif, bu okulun ilk öğrencilerinden biridir. Burası kapatıldıktan sonra (1928) Ziraat, Ormancılık ve Veteriner Hekimlik dallarında eğitim, çok daha geniş düzeyde Ankara Ziraat Yüksek Enstitüsünde (1932) devam etmiştir. (Lütfü Şahsuvaroğlu, Mehmet Âkif, Genç Arkadaş Yayınları, Ankara 2013).
İstiklâl Marşımızın yazarı millî şair Mehmet Âkif Ersoy, Halkalı Ziraat Mektebinde okuduğu için hem ziraatçı hem veteriner hekimdir aynı zamanda. O zamanlar, o okul bir Ziraat Üniversitesi gibi planlanmıştı. Bir yandan yedi düvelle mücadele etmek, diğer yandan cehaletin karanlığından kurtulmak hasleti o neslin bahtı olmuştu. Bir okuyucusunun sığır vebası gibi bir hastalığa karşı yağmur duasına çıkıldığı gibi bir duaya çıkma teklifine karşı Mehmet Âkif, böylesi sârî hastalıkların ancak aşı ile önlenebileceğini salık vermiştir. Ve o kuduz aşısını bulan Pasteure’un hayranıdır. Öğrencilerine hep onu anlatır. Âkif’in ilmi ve fenni öncelemesi kimi muhafazakârları rahatsız bile etmiştir.
Âkif’in millî mücadeleye verdiği destek yanında Türkçemize olan büyük hizmeti bu milletin kalbinde derin bir iz bıraktı. Safahat hemen her hane halkında Kur’an’ın yanında başucu kitabıdır. Çıkardığı Sırat-ı Müstakim ve Sebilürreşad dergileri ile kültür ve düşünce dünyamıza yaptığı katkılar, Darülfünun ve Halkalı’da yaptığı hocalıkla yetiştirdiği talebeler bu makamına da halel getirmemiştir.
Hayatı ile eseri mukayese edildiğinde birçok düşünür ya da edebiyatçı ya eserini hayatının önüne koymuştur ya da hayatını eserinin. Mehmet Âkif’te hayat ile eser adeta birbirinin mütemmim cüzü gibidir. Hatta alamet-i farikası... Onda hayat eserini, eseri de hayatını tamamlar. Bu kadar yaşadıkları ile yazdıkları örtüşen adam, evrende bütün tarih boyunca çok azdır.
Nurettin Topçu, sanatçıları ikiye ayırır: birincisi hayata koşanlar, ikincisi hayattan kaçanlar... Hayata koşanlar dünyamızı bizim muhayyilemizin alamayacağı güzelliklerle dolduruyorlar, alışkanlıklarla yıpranmayan, darlıklardan kurtulmuş ona hayrandırlar. Ondan ayrılmak istemezler. Diğer sanatçı grubu ise hayattan kaçma eğilimindedirler. Sanata sığınırlar. Elbette onda gerçek kurtuluşu bulamayacaklardır. Fakat ne yapsınlar? Başlarını buraya çarparlar ve buraya yıkılırlar. Bunların geniş ruhlu olanları da hasta ruhlu olanları da vardır.
“Büyük adam eseriyle hayatını birleştiren adamdır. Biz onda şu vasıfları arıyoruz: Önce bütün ömründe aynı kanaatin aynı imanın sahibi olan adamdır. Devirlere, zaruretlere, cemiyetlere göre değişmez; muhitine uymaz, muhiti kendine uydurur. Uydurmasa çarpışır.
Cemiyetten daha kuvvetlidir, cemiyeti sürükleyicidir. Bu karaktere sahip insanların yani değer yaratıcısı olanların bir kısmı zekâsıyla, bir kısmı kalbi ve hisleriyle bir kısmı da iradesiyle başka insanlara ve cemiyetlere üstündür, yaratıcıdır, sahiptir veya velîdir.” (Mehmet Akif, Hareket Yayınları, İstanbul 1970)
Yahya Kemal gibi çağının üstünde tarih öncesinde yaşamamaktadır. Çağının evlâdıdır. Yazdıkları yalın, sade, apaçık gerçeklerdir. Söyledikleri “odun gibi olsa bile, doğru olsun, yeter”dir. Yazdıklarında aradığı biricik marifetin “samimiyet” olduğuna inanır. Sanatçı sorumluluğu en büyük hüner olarak samimiyeti ona işaret eder.
Bana sor sevgili kari; sana ben söyliyeyim,
Ne hüviyette şu karşında duran eş’arım:
Bir yığın söz ki, samîmiyeti ancak hüneri:
Ne tasannu bilirim, çünkü ne san’ankârım.
Âkif, samimiyetini sanatının biricik hüneri yapmasındaki saikler, hem yaşadığı dönemin ıstıraplı günleri nedeniyle bağrında cemiyetin çilesini taşımayanın onun sesi olamayacağını idrak etmesinden ve bizzat acıyı hissetmesinden; hem de Sırat-ı Müstakim’de yazdığı gibi “ruhtan çıkan sözün ruha girdiğini; ağızdan çıkan sözün kulağın hududunu aşamadığını” bilmesindendi. Kuyuya düşmüş bir adamın halinden ancak kuyuya düşmüş bir adam anlar. O halde ne yapacaksınız? Kendinizi o adamın yerinde hissedeceksiniz. Âkif “empati” yöntemini kendi kendine keşfetmiş ve “meleke-i icad” adını verdiği bu ruh hâlini samimiyetle yaşayanların tesirli sözler bulabileceklerini anlamıştı. “Sanat dediğimiz de bundan başka bir şey değil. Ta’bir-i marufu veçhile başkasının bedenine temessül lâzım.” (Mehmet Âkif, Sebilü’rreşad, c:9-12, a:209, s:6-8)
Hem meyhane insanını hem sokakları, meydanları, okulları, hem de camideki mümini yansıtan şair, aynı zamanda bir meslek sahibidir. Fakat o aynı zamanda pehlivandır. Darülfünunda hocalık yapan Âkif’in güreş tuttuğunu, oradan bir mûsıkî cemiyetinde klasik müzik dinlediğini duyanlar şaşırırdı. Fikri ve irfanı hür bir gazeteci olarak çıkardığı dergiler ve adım adım oluşturduğu Safahat, ebediyete kadar bu millete rehber olacaktır. Ama en önemlisi “gelmişiz dünyaya milliyet nedir, öğretmişiz” diyen Âkif’in ekonomi politiği, toprağa dayalı kalkınma planı bütün hükümetlere yol göstermelidir. Ondaki milliyet fikri tarımsal eğitimimizin de nirengi noktasıdır. O yüzden toprak ve su kaynaklarını korumak ve geliştirmek kadar yüksek bir dâvâ yoktur.
“Dağlar orman, tepeler bağ, ovalar hep tarla
Koca mer’a dolu baştanbaşa sağmallarla”
Safahat, Sezai Karakoç’un dediği gibi spekülatif yapı şiirlerinden başlayarak bir Asım doktrini kuran kitap olduğu kadar her tarımcı için de bir meslek ahlâkı kitabıdır.
Âkifler yetiştiren milletimiz yetiştirmeye devam edecektir elbette. Fakat güzide ile pespayeyi ayırt edebilen bir tefrik etme hazinesine sahip olan seçicilik onun kadar önemlidir.
Bu yüzden 12 Mart’ta Büyük Meclis’te kabul edilen İstiklal Marşımızı ona yazdıran Türk Ocakları Genel Başkanı Hamdullah Suphi Tanrıöver’i de unutmamak lazımdır. Çünkü o İstiklal Marşımızı sadece Âkif’in yazabileceğini idrak edip Meclisle paylaşan adamdır. Neden?
Çünkü daha Berlin Hatıraları döneminde Milli Şair şöyle yazmıştı:
“Korkma!
Cehennem olsa gelen göğsümüzde söndürürüz
Bu yol ki Hak yoludur; dönme bilmeyiz, yürürüz!”
O ses sadece Âkif’te vardı ve şanlı Birinci Meclis İstiklal Marşımızı o nedenle ona sipariş vermişti:
“Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak
Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak!”