Atalarımızdan kalan yerli tohumlar ile günümüzde üretimi yapılan modern buğdaylar arasında nasıl bir ilişki vardır?
Bugün dünyada üretimi yapılan buğdayın hemen hemen tamamına yakını 42 kromozomlu ekmeklik buğdayla (Triticum aestivum L.) 28 kromozomlu makarnalık buğdaydan (T. durum) oluşmaktadır. Bunun dışında ülkemiz dahil bazı ülkelerde az miktarda da olsa 14 kromozomlu (diploid) ve 28 kromozomlu (tetraploid) yerel buğdaylar (köy çeşitleri) ekilmektedir.
Buğdayın en başarılı yetiştirildiği yerler olarak Kuzey yarımkürenin 30o ve 60o enlemleri arası ile Güney yarımkürenin 27o ile 40o enlemleri arası gösterilmektedir. En uygun yerler buralar olsa bile buğday kuzey kutup dairesinden, ekvator yakınlarındaki nispeten yüksek irtifalı alanlara kadar çok daha geniş bir alanda yetiştirilebilmektedir.
-19 °C’YE DAYANABİLEN BUĞDAY ÇEŞİDİ
Buğdayın yetiştirilebilir olmasını belirleyen iklim unsurlarının başında en önemlisi kuşkusuz sıcaklıktır. Buradaki gelişme ve yetişme sınırları şöyle açıklanabilir: Bugüne kadar buğdayın tohum ve ilk çimlenme döneminde dayanabileceği en düşük sıcaklık konusunda en çok araştırma yapan ülkelerden Kanada’da, belli bir soğuğa alışma süreci yaşaması halinde, -19 °C dereceye dayanabilen buğday çeşitleri bulunmuştur.
Türkiye’de de Doğu Anadolu Bölgesi'nde buğday araştırıcısı arkadaşlarımız yine aynı yöntemle -19 °C dereceye dayanabilen buğday çeşitleri bulmuşlardır. Ekmeklik buğday için geçerli olan bu değerin, soğuğa karşı daha hassas olan makarnalık buğdayda daha az olacağı açıktır. Zaten Kanada ve Doğu Anadolu kadar soğuk bölgelerde de güz ekimi yapılan makarnalık buğday üretimi yoktur. Bu sıcaklık değerleri, ilkbahar gelişmesi başlayıp soğuğa alışmanın etkisi kırılana kadar geçerli olup, zaman ilerledikçe soğuğa duyarlılık artar. Nitekim sapa kalktıktan sonra -4 °C derecede bile zarar gördüğü ifade edilmektedir. Aynı şekilde, yazlık karakterli ya da yazlık tarafı ağır basan alternatif çeşitlerde de hassasiyetin daha fazla olması beklenir. Buğday soğuk karşısındaki bu özellikleriyle, serin iklim tahılları içinde çavdardan ve çavdar-buğday melezi olan tritikaleden daha hassas, ancak arpa ve yulaf gibi diğer tahıllardan soğuğa daha dayanıklı bir davranış sergilemektedir.
Genellikle dane doldurma döneminde ortaya çıkan aşırı yüksek sıcaklıklar hakkında da farklı yorumlar yapılmaktadır. Örneğin, Meksika’da yazlık buğdaylarla yapılan çalışmalarda, optimum sıcaklık 25 °C derece olarak belirlenirken, bunun fotosentez üzerindeki etkisi üzerinden değerlendirme yapılmıştır. Buna karşılık, buğdayda optimum gelişmenin sadece birim zamanda fotosentez üzerine sıcaklık etkisiyle değil, aynı zamanda verimi belirleyen dönemin uzunluğu üzerine sıcaklığın kısaltıcı etkisi de hesaplandığında, optimum sıcaklığın 15 °C olduğu belirtilmektedir. Salt birim zamandaki fotosentez üzerinden bakıldığında, 25 °C dereceden itibaren fotosentezin olumsuz etkilendiği, ancak sıcak iklime alıştırılmış bitkilerde bu olumsuzluğun 35 °C dereceden sonra görüldüğü ifade edilmekte ve 45 °C derecede fotosentez yarıya düşebilir denmektedir.
Atalık buğdayla ilgili çeşitli yanlış anlaşılmalar olmakta. Atalık buğday nedir, açıklar mısınız?
Atalık buğday konusunda kimin ne neyi kastettiğinin anlaşılmadığı bir karambol yaşanmaktadır. Atalık diye yayınlanan bazı listelerde, ak buğdaylar, sarı buğdaylar verilirken, örneğin Yektay 406, Kızıltan 91 gibi ıslah edilmiş çeşitler de veriliyor. Bu isimlendirmeleri yapanlar, Yektay 406’nın yerli olmadığı İtalya orijinli ve Türkiye’ye introdüksiyon yoluyla gelip önce Yeşilköy’e, oradan Eskişehir’e ulaşmış ve Eskişehir’deki Geçit Kuşağı Tarımsal Araştırma Enstitüsü tarafından tescil ettirilmiş olduğunu, aynı şekilde Kızıltan 91’in de Ankara Tarla Bitkileri Merkez Araştırma Enstitüsü tarafından tescil ettirildiğini bilmiyorlar ya da unutuyorlar. Bu konuda isimlendirme yapan kişilere göre, geçmişte tescil edilse de bugün üretimden çıkmış olan çeşitlerin neredeyse tamamı atalık buğday olarak belirtiliyor. Tabii ki Yektay 406 ve Kızıltan 91 çeşitleri gibi tarihsel olarak buğday üretimine katkıda bulunmuş bu çeşitlere karşı çıkmak doğru değildir. Ancak atalık buğday konusunda bir kafa karışıklığı olduğu da çok açıktır. İşte örneklerini mezarlık buğdayı diye, peygamber buğdayı diye ortaya salınan, son günlerde kamuoyunu gereksiz yere oyalayan örneklerde de görüyoruz. Mirza Gökgöl’ün sayfaları sararmaya yüz tutmuş Türkiye Buğdayları kitabında 1920’lerde anlatılan bu mezarlık buğdayı, her üç beş senede bir ortaya çıkan, ancak ne yazık ki sadece dolandırıcılara ve dolandırıcılığa hizmet eden ve hiçbir ekonomik önemi ve kullanımı olmayan bir buğdaydır.
Buğdayın fizyolojisi ile ilgili bilgi verir misiniz?
Buğday fizyolojisiyle ilgili olarak 1970’li yıllarda yayınlanan, bugün bile kaynak olarak adı geçen eserlerdeki genel bilgiler şunlardır: Genel hatları ile buğdayın daha ilkel genetik yapıdaki eski çeşitleri, yüksek verimden çok varlığını ve neslini sürdürebilme odaklı oldukları için, çok değişik olumsuz çevre koşullarına karşı korunaklı olmayı evrim sürecinde öncelik olarak almışlardı. Tersinden söylersek, sadece değişik olumsuz çevre koşullarına dayananlar ayakta kalıp bugünleri görebilmişlerdir de denilebilir. Neydi bu özellikler? Yine aynı kaynaklara göre, bu tür kadim çeşitlerin genel özellikleri derin bir kök yapısı, bol kardeşlenme, uzun boy ve bununla ilgili görülen çim kını (koleoptil) uzunluğu gibi morfolojik konulara ek olarak, bugün "muhafazakâr" özellikler olarak adlandırılan bazı fizyolojik ve hormonal benzeri sinyal sistemleri, yani bir nevi erken uyarı sistemi, Absisik Asit (ABA) gibi taşırlardı. İnsanlar tarafından yüksek verimler için geliştirilmelerinden önce, risk almaktansa, "az olsun bizim olsun" anlayışı içinde varlıklarını sürdürürlerdi. Hem genetik ıslah çalışmaları hem de gelişen yetiştirme teknikleri verim düzeylerini arttırdıkça, bu eski özelliklerin bazıları yüksek verim koşullarında bu olumsuz sayılabilen özellikler gerilemeye başladı. Örneğin, sap sağlamlığı konusunda yapılan çalışmalara rağmen, ne kadar sağlam olursa olsun belli bir verimden fazlasını belli bir boy üzerindeki çeşitlerin yatmadan taşıyamayacağı ve bu uzun boyların kısaltılması gerektiği ortaya çıkmıştır. Tek açıklama tabii ki bu da değildi. El bebek gül bebek büyütülen, yani su ve besin maddesi ihtiyaçları fazlasıyla karşılanan çeşitlerde, fotosentezle oluşturulan besin maddelerinin çoğunun sapa değil de daneye gitmesini sağlamak için hasat endeksini artırma çabaları da bunda etkiliydi.
ESKİ ÇEŞİTLERE İLGİ
Benzer şekilde, ABA konusunda da araştırmacıların kafası karışmış durumdadır. Yani bu muhafazakâr dönemlerden kalan özelliklerin çok kötü koşullarda işe yararken, bazen kökler en ufak bir su sıkıntısıyla bile karşılaştığında, sinyal sistemini çalıştırarak yaprak su potansiyeli kritik seviyeye düşmemiş olduğu halde stomaların kapanmasına neden olabildiği, o nedenle bu konuya ihtiyatlı yaklaşılması gerektiği ifade edilmektedir.
Yukarıda anlatılanlar modern çeşitlerin genellikle üstün olduğu konulardır. Eski çeşitlere gelince, bunların hangi koşullarda yararlı olabileceğini görmek için hedef ekolojik bölgenin verim potansiyeline bakmak gerekmektedir. Bu durum eski çeşitlerin doğrudan yani toprak işlemesiz ekilebileceğini düşünenler içindir. Bu konuda ancak makineli tarımın ya hiç olmadığı ya da sınırlı olarak girebildiği uç alanlar, hangi çeşitleri ekerseniz ekin girdi kısıtlaması nedeniyle verim düşüklüğü kaçınılmaz olan organik tarım koşulları gibi alanlar düşünülebilir. Gerçekteyse, bugün son iklim olaylarının etkisiyle dünyada eski çeşitlere artan ilgi onları doğrudan kullanmaktan çok, gen kaynağı olarak değerlendirilmeleri konusunda yoğunlaşmaktadır.
Bu konuda buğday fizyoloğu Reynolds; transpirasyon etkinliği, karbonhidrat rezerv birikimi gibi konularda eski çeşitlerin içinde üstün özellikler taşıyanların bulunduğunu belirtmektedir. Burada daha çok transpirasyon etkinliği üzerinde durmak gerekmektedir. Buğdayda yaprak genişlikleri foto-sentetik potansiyeli arttırırken, transpirasyon etkinliğini ise azaltan bir unsurdur. Çünkü bitki ne kadar çok transpirasyon yaparsa, birim transpirasyon başına ürettiği asimilat miktarı o kadar az olmaktadır. Geniş yapraklı çeşitlerin iyi koşullarda olumlu sonuç verirken, kurak koşullara çok uyum gösterememesinin nedeni genelde transpirasyon etkinliklerinin düşüklüğüdür. Dar yapraklı çeşitlerde bu etkinlik daha fazladır. Geçmişte batılı bilim insanlarının genel adaptasyonla ilgili anlayışlarına karşı çıkan İsrailli Abraham Blum bir yayınında mealen şöyle diyordu: “800 kg verim düzeyinde önde yer alan çeşitleri 500 kg düzeyinde de önde yer alınca bunun bütün koşullar için geçerli olduğunu iddia ediyorlar. Oysa bunun bir alt sınırı var”. Bu sınırsa 200-250 kg/da’dır.
Eski çeşitlerle ilgili bir başka konu ise yine transpirasyon konusunda ve kılçıklılarda ilgilidir. Gerçi Türkiye’de Ankara Tarla Bitkileri Merkez Araştırma Enstitüsünün Köse 220/39 gibi kılçıksız bir çeşidi de Orta Anadolu’da yıllarca başarılı şekilde ekilmişse de genellikle son zamanlardaki iklim kaymaları düşünüldüğünde başak ve kılçık fotosentezi, özellikle dane doldurma döneminde aşırı sıcaklık durumunda transpirasyon etkinliği yüksek olan kılçıkların büyük katkısı olabileceğini göstermiştir. Dünya genelindeki değerlendirmeler, özellikle geç dönemde oluşan ve yüksek sıcaklıkla birlikte gelen kuraklık stresi altında makarnalıkların daha iri başak ve daha uzun kılçıklarından başak fotosentezini daha etkili yapabildiğini göstermektedir.
Yerel buğday çeşitlerimiz neden önemli?
Türkiye her bölgesi aynı çevresel özelliği taşıyan bir ülke değildir. Toprak özellikleri de değişiktir, iklim özellikleri de. Dolayısıyla, yüksek yağışlı bir bölgeden toplanmış yerel buğdayların kurağa dayanıklı olması beklenemez. Aynı şekilde, topraklarında tuzluluk, çinko noksanlığı, bor toksisitesi gibi cansız etmen sorunları olan bölgelerin çeşitleri en büyük olasılıkla o bölgelere uyum sağlamış yereller ya da o bölgede geliştirilip denemeleri problemin mevcut olduğu yerlerde yapılmış modern çeşitler arasından çıkabilir.
YEREL BUĞDAYLAR, VARLIKLARINI VE NESİLLERİNİ SÜRDÜRMEYİ BAŞARMIŞ BUĞDAYLARDIR
Yerel buğdaylar binlerce yıl boyunca bu coğrafyada yaşamış ve bu süre içinde ortaya çıkmış olan bütün olumsuz etkilere karşı direnerek varlıklarını ve nesillerini sürdürmeyi başarmış buğdaylardır. Bunların sahip olduğu dayanıklılıkla ilgili özelliklerin hepsi henüz öğrenilememiştir. Şimdilik performans değerlendirmeleri yapılıp, ülkede ve dünyada hâlihazır bilimsel birikim ve teknolojinin elverdiği ölçüde yorumlanmaya çalışılmaktadır. İnsanlar için söylenen şey, bitkiler için de doğrudur. Her şey teori üzerinden öğrenilmiyor, yaşayarak öğreniyor insan, tecrübelerin yardımıyla. Bitkiler de aynı şekilde mücadele edip ayakta kalarak yaşamayı öğrenmişlerdir.
Buğday biyo-çeşitliliğimizin durumu nedir? Korunması için neler yapılabilir?
Türkiye’de buğday genetik kaynaklarına ait muhafaza çalışmaları ilk defa, Ankara Yüksek Ziraat Enstitüsü bünyesinde Bitki Yetiştirme ve Islahı Kürsüsünde Prof. Dr. Osman Tosun tarafından 1938 yılında başlatılmıştır. 1938-1975 yılları arasında yurt içinden ve yurt dışından sağlanan materyali kapsayan Gen Bankası, Ankara Üniversitesi Ziraat Fakültesi bünyesinde “Osman Tosun Gen Bankası” adıyla, 1982 yılında kurulmuştur. Bu gen bankasında, bitki ve tohum örneklerinden oluşan 12 bin 793 bitki örneği vardı.
Tarım ve Orman Bakanlığında ise genetik kaynaklarımızın korunmasına yönelik çalışmalar 1960’lı yıllarda başlamıştır. Bu kapsamda, Ege Tarımsal Araştırma Enstitüsünde Ulusal Tohum Gen Bankası (1974) ve Ankara Tarla Bitkileri Merkez Araştırma Enstitüsünde ise Türkiye Tohum Gen Bankası (2010) kurulmuştur. Yapılan çalışmalar daha çok buğday genetik kaynaklarının ex-situ muhafazası üzerine olmuştur. Toplama projeleri ile bu 2 gen bankasına materyal aktarılmaktadır. Şu anda 120 bin civarında materyal ex-situ olarak korunmaktadır. Yerinde yani in-situ veya on-farm koruma konusunda ise, ne yazık ki, ülkemizde şu anda sistematik ve projeli bir çalışma bulunmamaktadır. Özellikle yerel çeşitler konusunda çiftçi elinde muhafaza konusunda büyük eksikliğimiz bulunmaktadır. Her ne kadar Türkiye’deki tüm yerel ve yabani buğdayların ex-situ koleksiyonlarda yer aldığı ifade edilse de özellikle yerel çeşitlerin çiftçi elinde muhafazası sistemli bir şekilde sağlanmalıdır. Kendi bölgesinde ve yine kendine has geleneksel yöntemlerle bu çeşitlerin doğada, evrime uğradığı ekolojide varlığının devam ettirilmesi için çiftçilere ihtiyaç vardır. Bu konu mutlaka makro politika düzeyinde ele alınmalıdır/desteklenmelidir.
BİYOKAÇAKÇILIK GEN KAYNAKLARIMIZA ZARAR VERİYOR
Buğday genetik kaynaklarımıza zarar veren önemli bir unsur da biyokaçakçılık ve tohum takas şenlikleridir. Bilinçsiz toplamalarla elde edilerek yurt dışına götürülen örnekler, ne yazık ki, tamamen yok olmaktadır. Bunun yanı sıra tohum takas şenlikleri vasıtası ile yanlış bilgiler/isimlerle toplanan ve dağıtılan örnekler ülkenin her bir yanına dağılmakta bazı hastalıların yayılması açısından olumsuz bir ortam yaratılmaktadır. Kendi ekolojileri dışında bilinçsiz ellerde muhafaza edilip üretilen bu çeşitler büyük bir bilgi kirliliğine yol açmaktadır. Türkiye’de uzun yıllardır, tam anlamıyla sistematik bir buğday toplama programı yapılmamıştır. Mevcut kaynaklar taranarak ciddi bir envanter çalışması yapılmalı, tohum gen bankalarındaki dublikasyonlar tespit edilmeli, ardından ülkesel bir toplama çalışması başlatılmalı hem çiftçi elinde muhafaza hem de ex-situ koleksiyonlar güncellenmelidir.