Ortada ülke diye bir varlık kalmamış. Buna karşın hemen herkes idareimaslahat peşindedir. “Aman, yabancıları ürkütmeyelim. Karşı çıkarsak kötülük yaparlar. Ses çıkarmayalım. Hem onlar ‘medeniyet’ de getirirler. O kadar da kötü değillermiş…” Anlayış genellikle budur. Tüm bunların ve daha fazlasının altında, kimi çevrelerin güçlerini, çıkarlarını, eşitsizlik üreten ilişki biçimlerini, ne pahasına olursa olsun koruma endişesi yatmaktadır.
Mustafa Kemal Paşa, işgalin başlayışıyla birlikte, teslim yönünde verilen buyruklara uymayarak döndüğü İstanbul’da kurtuluş arayışının sonuç vermemesi üzerine kendine çıkarttırdığı müfettişlik göreviyle, Bandırma gemisiyle, 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıkar. Havza, Amasya, Sivas, Erzurum, yeniden Sivas. Anadolu kongrelerini tek amaçla, bağımsızlık amacıyla bir araya getirme çabası sonuçlarını vermeye başlar. Yurdun dört bir yanından nitelikli insanlar, idam cezasını bile göze alarak Mustafa Kemal’in çevresinde toplanmaya başlarlar. Bunun yanı sıra İstanbul’daki iktidar sürekli izlemekte, Mustafa Kemal, geri çağırmakta, giderek haklarında idam buyrukları çıkarılmaktadır. Can pahasına verilen bağımsızlık savaşıdır.
Ardı ardına işgaller sürerken Mustafa Kemal’in önderliğinde, Ankara’da Türkiye Büyük Millet meclisi açılır. Mustafa Kemal’in de vurguladığı gibi kutlu bir olaydır. Tanrı’nın yeryüzündeki gölgesi sayılan sultan ile kul ilişkisi yıkılmakta, yerine Türk ulusunun öz gereksinimlerinden kaynaklı, doğru kararları alacak ve uygulayacak, sorumlulukları ve hakları olan yurttaşların devlet karşısındaki eşir ilişkisinin yaşam bulacağı TBMM kurulmaktadır.
İngilizlerin Osmanlı Meclis-i Mebusanını basarak, milletvekillerini Malta’da hapsetmeleri üzerine, kaçmayı başarabilenler de Ankara’ya, TBMM’ye ulaşırlar. Osmanlı meclisini daha önce de birkaç kez sultan kapatmıştır. İttihat ve Terakki egemenliğinde 1876 Birinci Meşrutiyet ile 1908 İkinci Meşrutiyet meclisleri coşkuyla karşılanmış, tüm ülkede özgürlük, ulus, eşitlik düşünceleri solunmaya, dillendirilmeye başlanmış, basın yayılmış, çok değerli deneyimler yaşanmışsa da özünde sistem meşruti monarşidir. Diğer deyimle sultanın iki dudağı arasındadır ve öyle de olmuştur. III. Selim ve II. Mahmut’un yenilikçi çabalarına karşın, hicri 31 Mart 1325, miladi 13 Nisan 1909’da yenileşmeye karşı ayaklanan kitle, var olan yönetimden de destek alarak, okullu askerleri, subayları, sivilleri kıyıma uğratmış; ayaklanma Selanik’ten gelen ve başında Mustafa Kemal’in de bulunduğu Hareket Ordusu tarafından güçlükle bastırılmıştır.
Çok kısa süre içinde, Amasya Genelgesi, Erzurum ve Sivas Kongreleri süreci tamamlanarak, 23 Nisan 1920’de TBMM açılır ve ulus iradesi bu kutlu çatı altında gelişir. Başlıca amaç, işgal güçlerine karşı savaşı kazanarak, bağımsızlığa ulaşmaktır. Tüm hazırlıklar buna dönüktür. Ne var ki bir yandan da bağımsızlıktan sonra yeni yönetimin ve toplum yapısının ne, nasıl olacağına ilişkin hazırlıklar yapılır. 15 Temmuz 1921’de Maarif Kongresi yapılır. Yine aynı yıl Anadolu Medeniyetleri Müzesi açılır. Bu eylemler aynı zamanda savaşın kazanılacağına olan güveni de göstermektedir.
TBMM, bağdaşık (homojen) bir milletvekili yapısına sahip değildir. Halk, kanaat önderlerini belirlemiş ve Meclis’e göndermiştir. Ayrıca bir biçimde milletvekilliği görevinde bulunan, ülkeyi işgalden kurtarıp, yeniden sultana teslim etmek yanlıları vardır ki azınlık da değillerdir. Bu nedenledir ki Mustafa Kemal, Cumhuriyet ilan edeceğini, kadın erkek eşitliğini sağlayacağını, giysi devrimi, harf devrimi yapacağını… kutsal bir sır gibi saklar, gizli tutar; yalnızca çok güvendiği birkaç arkadaşına söyler. Bu kişilerden biri olan, Osmanlı yönetiminin Bitlis valisiyken Mustafa Kemal’e katılan Mazhar Müfit Kansu’ya, günlüğüne not alması için bir bir sıralar. Sıra Cumhuriyet ilanına gelince Kansu dayanamaz: “Paşam siz de çok hayalcisiniz” der. Yıllar sonra Ankara’da Kansu’nun kaldırımda yürüdüğünü, arabasından gören Atatürk, arabayı durdurup, “Mazhar Müfit Bey, kaçıncı maddedeyiz” diye sorarak takılır…
Mustafa Kemal Paşa yalnızca işgalcilere karşı savaş vermemektedir. Bu çok açıktır, bellidir. 26 Ağustos 1922’de başlatılıp, 30 Ağustos 1922’de utkuya (zafer) dönüşen Büyük Taarruz Başkomutan Muharebesi, 9 Eylül 1922’de İzmir’de, büyük bir hızla ve inançla tamamlandığında, Mustafa Kemal asıl savaşın şimdi başladığını özenle vurgular. Artık duyarlı, bilinçli, yurt sevgisiyle dolu, yeni bir toplum oluşturulacaktır. Bu toplum demokratik, özgür, bilimsel eğitimin, kültürün sonunda var olacaktır. Ağır sanayi kuruluşları kurulacak, halkın gönenci (refah), mutluluğu sağlanacaktır. Artık emperyalistler, tek kişiyi, sultanı ikna ederek, tutsak alarak yurdu işgale yeltenemeyeceklerdir. Kararları, direniş ruhunu, aydınlık ulusu simgeleyen kutsal yer TBMM’dir. “Egemenlik kayıtsız, şartsız ulusundur.” Hiçbir güç ulus isteğinin üzerinde olamaz. İşte bu eşsiz ülkü gereğince, Mustafa Kemal’in “Efendiler, yarın Cumhuriyeti ilan edeceğiz” seslenişi ardından, 29 Ekim 1923’te Cumhuriyet ilan edildi. Böylelikle tam bağımsızlığını, verdiği yakıcı savaşla kazanan Türk ulusu, egemenliği de kendi eline almış oluyordu. Türkiye’nin her yerinde top atışlarıyla, sevinçle, coşkuyla karşılandı, kutlandı. Bu mutluluk, birçok anı kitabında anlatılır. Zor koşullarda, kesintiyle süren Lozan görüşmeleri, 24 Temmuz 1923’te antlaşmayla sonuçlanmıştır. Lozan Antlaşması Türkiye Cumhuriyeti’nin uluslararası alanda kuruluş, saygınlık belgesidir. Bundan kısa zaman sonra Cumhuriyetin ilan edilmesi birbirini tamamlayan çok değerli kazanımlardır.
Ülkü olarak dillendirilenler sözde kalmadı, bir bir gerçeğe dönüştü. Cumhuriyetimiz Kayseri Uçak Fabrikasına dek kurup, uçak üretti, yurt dışına sattı. Ülkemiz hızla gelişirken Avrupa, Birleşik Krallık, Amerika Birleşik Devletleri İkinci Dünya Savaşı’nın taşlarını döşemekteydiler. Sonunda yaklaşık elli milyon insan öldürülecek, insanlık değerleri, ahlakı yerle bir edilecektir. Şunu da eklemek gerek; 1945’ten, savaştan sonra başlatılan “soğuk savaş” ise başka bir yalan dünyasının çanlarını çaldı!
Türk Devrimi ve Cumhuriyetinin etkileri Türkiye’yle sınırlı değildir; olamazdı da. Lozan Antlaşması'yla kapitülasyonlar ülkemizde tümüyle kaldırılırken Lübnan, Mısır gibi birçok ülkede geçerli olması tepkilere neden oldu. Aynı zamanda Türkiye’de kurulan Cumhuriyetten etkilenerek cumhuriyet tartışmaları yapılsa da bu tartışmalar yasaklanmış, krallıklar, şahlıklar egemen olmuştur. Hans Kohn adlı bir Amerikalı uzmanın 1937 yılında yaptığı çözümleme şöyledir:
“Dünya Savaşı'ndan beri Doğu’da, 1919’dan önce bilinmeyen üç çizgi belirdi:
Avrupalılaşmanın, yukarı orta sınıftan kitlelere yayılması.
Ekonomik yaşam kapsamlı şekilde düzenlenmezse, Avrupa ile eşitlik ve hem siyasi hem de entelektüel yaşamda çağdaşlaşmanın mümkün olamayacağı.
Çağdaş uygarlığın kabulü: Sadece onsuz yok olma tehlikesi belirdiğinden değil, kitlelere daha yüksek yaşam standardı olanağı sağladığı için.
Çağdaşlaşma Sovyetlerde, Latin Amerika’da, İspanya’da da var. En hızlısı Sovyetler Birliği, Japonya ve Türkiye’de ama ulusal yaşamını çağdaşlaştırmada Türkiye en önde gitti. Sadece sanayileşme ve tekniklerle yetinmedi, halkın her günkü yaşamına girdi. Türkiye’nin başarısını aşabilmiş başka Doğu ülkesi yok. İran, Afganistan, Irak ve Mısır’da yabancı etkisi, halkın aşırı geriliği ve önder kişilerin yokluğu sebebiyle Türk deneyimi yavaş tempoyla izleniyor. Günümüzün felsefesi laik ulusçuluktur ve kitleleri siyasi kültürel ve ekonomik açıdan ulusa kaynaştırmayı hedefliyor” (Orhan Koloğlu, “Cumhuriyet ve Demokrasi Deneyimimizin Çevremizdeki Toplumlara Yansıyışı”, Cumhuriyet ya da Demokrasi içinde, Haz. Özer Ozankaya, Kültür Bakanlığı, 2002, s. 132, 133).
Söz konusu çözümleme tarihsel bir tanıklıktır ve Türkiye’de Cumhuriyetin ne denli bütünsel ve tutarlı kurulduğunu göstermektedir.
Atatürk’ün sözlerindeki gibi, Cumhuriyet en büyük bayramdır, kutlu olsun!