KASIM-ARALIK 2019 / YAPRAK
Kırsal kültürde anaların dili
"İşte kuşaklar, tarihler boyunca Türkçemizi besleyen böylesi bir anaerkil güzelliktir, yaşam biçimidir. Temeli binyıllara dayanan damıtılmış, arılaşmış insancı kültürdür. "
Dil yalnızca bir iletişim aracı değildir. Dil çağrışımlar, anılar, imgeler birikimidir. Dil düşüncedir. Düşüncenin oluştuğu başlıca yerdir, alandır. Dil bütündür. Bütün oluşunun önemli sonuçları vardır. Dil kültürel varsıllık alanıdır; özünü, yapısı içinde, sistemi içinde yaşatır ve geliştirir. Başka dillerden etkilenme tarihsel olarak kaçınılmazsa da belli sınırların aşılması durumunda ilgili dile, karışılan dile zarar vermeye başlar; aşındırıcı etkide bulunur.
Dilin birçok boyutu ele alınır da ana dilin kırsal kültürle olan ilişkisi üzerinde yeterince durulmaz. Oysa bu ilişki çok önemli ve öğreticidir. Ana dili, anadan öğrenilen dil demek. İçine doğulan, yetişip büyürken öğrenilen dil demek. Kırsal kültür ise hem insanlık tarihinin uzun bir evresi hem de günümüzün önemi eksilmeyecek bir yapı taşıdır. Bu nedenle de dillerin saf durumlarının koruyucusu, geliştiricisi kırsal kültür olmuştur. Yozlaşmalara, aşındırmalara, dil kirlenmelerine ilişkin koşullar genellikle kırsal alanın dışındadır.
Ana dilimiz Türkçe için de bu yaklaşım geçerlidir. Türkçemizi koruyan ve geliştiren güç kırsal sözlü kültürümüzdür. Dilimiz yüzyıllar boyunca Yunus Emre, Pir Sultan Abdal, Kazak Abdal, Karacaoğlan, Dadaloğlu, Köroğlu gibi ozanların şiirlerinde; Kerem ile Aslı, Leyla ile Mecnun, Ferhat ile Şirin gibi sevda öykülerinde; ortak kültür ürünleri destanlarda, manilerde, masallarda, fıkralarda, halk şiirlerinde, türkülerde…varlık bulmuştur. Bu, eşsiz değerler dizisidir. Halk, yer yer söyleyemediğini de ortak ürünlere söyletmiştir.
Söz konusu birikimin başat dayanağının, Türkçenin yapısal niteliği, gücü olduğu da yadsınamaz bir gerçektir. Dillerin tek heceli, bükümlü ve eklemeli diller biçimindeki bölümlemesinde eklemeli diller öbeğinde yer alan Türkçenin yetkinliği dünya dil bilim çevrelerince de benimsenmektedir.
Türkçenin Usta Yazarı- Düşünürü Melih Cevdet Anday şunları söyler:
“Gerçekten de Türk dili, değişmeyen, saflıklarını koruyan köklerin sağma, eklerin, takıların sıra ile dizilmeleri sonucu, pek uyumlu, pek tutarlı bir görünüm koyar ortaya. Bunun incelenmesi hem zevk vericidir, hem de hayranlık uyandırıcıdır. Bunda belki de sayın dinleyiciler, dilimizin arılığını, saflığını koruması da etkin olmuştur. Tarihinin birçok döneminde, aydınları onu yüzüstü bırakmışlardır çünkü, başka dillere, birtakım yabancı dillere gönül vermişler, böylece Türkçeyi koruma işi halka, halkın sözcülerine, ozanlarına düşmüştür” (Melih Cevdet Anday, “Dilimiz Üstüne Konuşmalar”, Türk Dil Kurumu Yayınları, 1975).
Bugün, yukarıda adlarını andığımız ozanların o güzelim şiirlerinden anlamadığımız var mı? Sözgelimi elli sözcükten birinin anlamı bilinmiyorsa o güzelim sözcük Türkçe olmadığından değildir, dışlanıp unutulduğundandır. Dilimizin korunmasında kırsal toplumumuza, köylümüze çok borçluyuz.
Dil kirlenmesi diye anılan başlık altında yanlış yazım ve yanlış sesletimler, söyleyişler önemli bir yer tutar ki bunun da altında bilinmeyen, yabancı dillerden giren sözcüklerin kullanılma çabası yatar. Kişi, bilmediği dilin sözcüklerinde daha yoğun yanlışlar yapar. Bu beklenen ve anlaşılır bir durumdur ama önlemenin başlıca yolu da ana dilimizin, Türkçenin sözcüklerini sevmek, önemsemek, konuşmak ve yazmaktır.
26 Eylülleri Dil Bayramı olarak kutluyoruz. 26 Eylül 1932’de Mustafa Kemal Atatürk’ün yönetiminde, Dolmabahçe Sarayı’nda Birinci Türk Dili Kurultayı yapıldı. 12 Temmuz 1932’de kurulan Türk Dili Tetkik Cemiyetinin (sonraki -1936-adıyla Türk Dil Kurumu) düzenlediği Kurultayda yerli ve yabancı, dil bilimciler Türkçe üzerine bildiriler sundukları gibi halkın yüksek katılımıyla ana dili coşkusu yaşanmış, bu birliktelik günlerindeki yaşananlar, sunumlar basında yoğun yer almış, radyoda yayımlanmıştır.
Türk Dil Kurumunun bugün de değerini koruyan Derleme Sözlüğü (12 cilt) ve Tarama Sözlüğü (8 cilt) yine kırsal kültürümüzün koruduğu sözcüklerin yaygınlık kazanmasını, yazılı alana (gazete, roman, şiir, öykü, felsefe, bilimsel yapıtlar, oyun…) geçmesini sağlamıştır.
Sözlü kültürün kır yaşamıyla ilişkisine değinmişken kışın etkisini de anımsatmalı. Köy yaşamında kış apayrı bir zamandır. Tarımsal etkinlik hayvancılıkla sınırlanır. Başlıca kaygı ısınmaktır, beslenmektir. Üç kuşak insan tandırın, ocağın başındadır. Işık çok cılızdır, fersizdir. Bunun çocuklarda oluşturabileceği korkuyu da yenmek gerekir, ne denli yenilebilirse… Çocuklar, ananın babanın sözünden çıkmasalar da ana baba ise büyükanneye, büyükbabaya derin saygıyla bağlılardır. Onların torunlarla ilişkilerine karışmazlar. Özellikle büyükanne çocuklara masallar, meseller, hikâyeler anlatır, çıtırdayan ocağın, mırıldayan kedinin sesinde. Gecedir ya şanslıyız, dolunayın şavkı vurur karın üzerine. Ara ara aç kurtların ulumaları ulaşır kulaklara… Masallardaki olaylar çarpıcıdır, çocuklar iri iri açmışlardır o güzelim gözlerini, dinlerlerken atalarını. Evet, ataların sesidir duyulan aynı zamanda. Meraklı sorular çıkmaz değil sessizce: “Dev anası neye öyle demiş Ana?..”
İşte kuşaklar, tarihler boyunca Türkçemizi besleyen böylesi bir anaerkil güzelliktir, yaşam biçimidir. Temeli binyıllara dayanan damıtılmış, arılaşmış insancı kültürdür.
Günümüzde toplumsal ilişkilerde kır, köy yapısı değişti. Artık böylesi üç kuşağın birlikteliğinde değerler aktarılan koşullar kaldı mı pek emin değilim doğrusu. Ne var ki toplumumuz da insanlık da bu değerlere gereksinim duydukça (ki duyacağı açıktır,) onları bir biçimde yaşatmanın yollarını bulacaktır. Yeryüzü doğasıyla, çevresiyle, hayvanıyla, tümünü kapsayan ve geçmişle değerler bağını kuran diliyle dayanışmacı bir zorunlu yöne doğru gidiyor. Aksi halde insanlığı yıkım, yokluk bekliyor.